10-) Mağrib vaktindeki o zaman…
Mağrib namazının anlatıldığı bölüm oldukça uzun bir bölümdür. Bizler ilk önce bu uzun bölümün haritasını çıkartacağız ve daha sonra izaha ihtiyaç duyulan yerleri izah edeceğiz. Bu bölümü şöyle maddeleyebiliriz:
Mağrib zamanının hatırlattıkları:
• Mağrib vakti kış mevsiminin başlamasını hatırlatır.
• Yaz ve güz âleminin, nazenin ve güzel mahlukatının veda-yı hazinânesi içinde gurub etmesinin zamanını andırır.
• İnsanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmâne içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır.
• Dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatıyla, bütün sekenesinin başka âlemlere göçmesini ve bu dar-ı imtihan lambasının söndürülmesi zamanını hatırlatır.
• Zevalde gurub eden mahbuplara perestiş edenleri şiddetle ikaz eden bir vakittir.
İşte ruh-u beşer:
• Fıtraten bir cemal-i bakiye âyine-i müştaktır.
Mağrib namazının manası:
• Şu azim işleri yapan ve bu cesim âlemleri çeviren, tebdil eden Kadim-i Lemyezel ve Baki-i Lâyezâl’in Arş-ı Azameti’ne yüzünü çevirmek,
• Bu fânilerin üstünde “Allahû Ekber” deyip onlardan ellerini çekip hizmet-i Mevla için el bağlamak,
• Dâim-i Baki’nin huzurunda kıyam edip “Elhamdülillâh” demekle kusursuz kemaline, misilsiz cemaline ve nihayetsiz rahmetine karşı hamd-ü sena etmek,
• اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demekle muinsiz Rububiyetine, şeriksiz Ulûhiyetine, vezirsiz Saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiâne etmek,
• Nihayetsiz kibriyasına, hadsiz kudretine ve âczsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber zaaf ve âczini, fakr ve zilletini izhar etmekle سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظِيمُ deyip Rabb-i Azim’ini tesbih etmek,
• Zevalsiz cemal-i zatına, tagayyürsüz sıfat-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemal-i sermediyetine karşı secde edip hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsiva ile muhabbet ve ubudiyetini ilan etmek,
• Bütün fânilere bedel bir Cemil-i Baki, bir Rahim-i Sermedî bulup سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلٰى demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i Âlâ’sını takdis etmek,
• Sonra teşehhüd edip, oturup bütün mahlukatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezâl’e hediye etmek,
• Resul-i Ekrem’e selam etmekle biatını tecdid ve evâmirine itaatini izhar etmek,
• İmanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmânesini müşahede edip Sâni-i Zülcelâl’in vahdaniyetine şehadet etmek,
• Saltanat-ı Rububiyet’in dellalı ve mübelliğ-i marziyâtı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazı.
Mağrib namazını böylece özetledikten sonra sıra geldi cümlelerin izahına:
1- Mağrib vakti kış mevsiminin başlamasını hatırlatır: Sabah namazı evvel-i bahar zamanını, öğle namazı yaz mevsiminin ortasını ve ikindi namazı güz mevsimini hatırlattığı gibi, akşam namazı da kış mevsiminin başlamasını hatırlatır.
2- Yaz ve güz âleminin, nazenin ve güzel mahlukatının veda-yı hazinânesi içinde gurub etmesinin zamanını andırır: Kışın gelmesiyle yaz âleminin güzel mahlukları bu âleme veda eder ve ölür giderler. İşte akşam namazı bu hüzünlü vedayı hatırlatır. Zira günün o vaktinde Güneş batmış ve insanın ünsiyet ettiği eşya gecenin karanlık çarşafı altında gizlenmiştir, kışın beyaz çarşafı altında gizlenen, yaz mevsimi mahlukları gibi…
3- İnsanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmâne içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır: Evet, nasıl ki akşam vaktinde dünya karanlığa gömüldü ve gündüz âlemi insanı terk etti; aynen bunun gibi, bir gün insanın hususi güneşi batacak, hususi kıyameti kopacak ve temelleri kendi hayatı üzerine kurulmuş olan dünyası yıkılacak, insan da bir gün kabrin karanlığına gömülecek ve şu aydınlık âlemi terk edecek…
4- Dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatıyla, bütün sekenesinin başka âlemlere göçmesini ve bu dar-ı imtihan lambasının söndürülmesi zamanını hatırlatır: Evet, akşam namazı üç vefatı hatırlatmaktadır:
1- Yaz mevsiminin güzel mahluklarının hüzünlü vedasını,
2- İnsanın vefatını,
3- Âlemin vefatı olan kıyameti…
Demek, akşam vakti girdiğinde bu üç büyük cenazenin başında hayalen durup bu manaları tefekkür edeceğiz. Mesela bu madde ile alakadar olarak düşüneceğiz ki: Güneş battı ve Dünyamız birden karanlığa gömüldü. Bir gün gelecek ve Kur’an’ın şu ayetlerinin sarahatiyle: “Gök çatladığında, yıldızlar döküldüğünde, denizler yarılıp akıtıldığında, kabirlerin içi dışına getirildiğinde… Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar bulandığında, dağlar yürütüldüğünde… gibi ayetlerin bildirmesiyle Güneş hakikaten batacak, Dünya bir zelzele içinde sekarata başlayacak. Bu öyle bir zelzeledir ki, Kur’an bu zelzeleyi şöyle haber vermektedir: “Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının; şüphesiz o kıyamet gününün sarsıntısı çok büyük bir şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden geçer. Ve her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları hep sarhoş görürsün, hâlbuki sarhoş değillerdir. Fakat Allah’ın azabı çok şiddetlidir.” (Hac 1-2)
İşte şu âlem bu vefatıyla içindeki sekenesini meydan-ı haşre dökecek. Evet, bir gün gelecek bu imtihan yurdunun lambası söndürülecek ve ebedî bir âlemin lambası yakılacak, benim hâlim o zaman ne olur? Bu isyankâr hâlim ile o zaman nereye kaçarım? Bu hacaletli yüzüm ile Rabbime nasıl bakarım? Eyvah aldandık…
5- Zevalde gurub eden mahbuplara perestiş edenleri şiddetle ikaz eden bir vakittir: Güneş’in batmasıyla akşam vakti âdeta lisan-ı hâli ile şöyle der: “Ey fâni mahbuplara âşık olanlar! Ey batmaya mahkûm sevgililer peşinde koşanlar! Ey Kadim-i Baki’den yüz çevirip fânilerle ünsiyet edenler! İbret alınız, aklınızı başınıza alınız. Nasıl ki bu koca Güneş battı ve ünsiyet ettiğiniz her şey karanlıkta saklandı; aynen bunun gibi, bir gün gelecek ve sizin de hususi güneşiniz doğmamak üzere batacak ve sizler de kabrin karanlığına saklanacaksınız. Bütün sevdiklerinizi arkanızda bırakarak… O hâlde gelin iş işten geçmeden aklınızı başınıza alın ve dünya sizi terk etmeden siz onu terk edin!
6- Ruh-u beşerin fıtraten bir cemal-i bakiye âyine-i müştak olması: Bu cümlenin izahı, 3. Lem’a eserinde çok güzel izah edilmiştir. Mezkûr cümlenin manasını anlamak için o eseri mütalaa etmenizi ısrarla tavsiye ediyoruz.
7- Şu azim işleri yapan ve bu cesim âlemleri çeviren, tebdil eden Kadim-i Lemyezel ve Baki-i Lâyezâl’in Arş-ı Azameti’ne yüzünü çevirmek: “Şu azim işler” tabiri ile kastedilen işler, hem akşam vakti o koca Güneş’in batması hem de akşam vaktinin hatırlattığı icraatlardır. Bunlar da: 1- Yaz mevsiminin güzel mahluklarının hüzünlü vedası 2- İnsanın vefatı 3- Âlemin vefatı olan kıyamet…
Ayrıca Üstadımızın burada Allah hakkında kullandığı isimler de çok manidardır. “Kadim-i Lemyezel” ve “Baki-i Lâyezâl”. “Lemyezel” ve “Lâyezâl” kelimeleri aynı manada olup tefennün sanatından dolayı aynı kelime tekrar edilmemiş ve aynı manaya gelen farklı bir kelime kullanılmıştır. İki kelimenin de manası, “Zeval bulmayan, daimî olan” demektir.
Kadim-i Lemyezel: Zeval bulmayan ezelî zat; Baki-i Lâyezâl: Daimî olan baki zat, demektir. Demek birinci ifade Cenab-ı Hakk’ın ezeliyeti ile ilgili, ikinci ifade ise bekası ve ebediyeti ile ilgilidir.
“Arş-ı Azameti’ne yüzünü çevirmek” ifadesinde kullanılan kelimeler de çok manidardır. “Arş-ı Azamet” Allah’ın büyüklüğünün ve azametinin arşı demektir. Herhâlde bu ifadenin burada kullanılmasının sebebi, akşam namazı vaktinin çok büyük icraatları hatırlatmasından dolayıdır. Yani kişi, o vaktin hatırlattığı azim icraatları tefekkür eder ve daha sonra da yüzünü o icraatların sahibi olan zatın Arş-ı Azameti’ne çevirir.
8- Bu fânilerin üstünde “Allahû Ekber” deyip onlardan ellerini çekip hizmet-i Mevla için el bağlamak: Akşam vaktinde Güneş’in batması kişinin kulağına şu manaları fısıldar: Her şey fânidir ve bir gün bu koca Güneş’in batması gibi batacak, kaybolacak. O hâlde onlar seni terk etmeden evvel sen onları terk et ve bu fânilerin üstünde “Allahû Ekber” diyerek onlardan elini çek! Bütün o fânilere bedel, Kadim-i Baki olan bir zatın hizmeti için el bağla ve o zatın hizmetine yapış…
Bu makamda 3. Lem’a isimli eserden şu bölümü nakletmek istiyoruz:
“Mahbub-u Baki’ye hasr-ı muhabbeti ifade eden يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى olan birinci cümlesi, “Baki-i Hakiki yalnız Sensin. Mâsiva fânidir. Fâni olan, elbette baki bir muhabbete ve ezelî ve ebedî bir aşka ve ebed için yaratılan bir kalbin alakasına medar olamaz.” manasını ifade ediyor. “Madem o hadsiz mahbubat fânidirler, beni bırakıp gidiyorlar. Onlar beni bırakmadan evvel ben onları يَا بَاقِى أَنْتَ الْبَاقِى demekle bırakıyorum. Yalnız Sen bakisin ve Senin ibkan ile mevcudat beka bulabildiğini bilip itikad ederim. Öyleyse, Senin muhabbetinle onlar sevilir. Yoksa alaka-i kalbe layık değiller.”
9- Dâim-i Baki’nin huzurunda kıyam edip “Elhamdülillâh” demekle kusursuz kemaline, misilsiz cemaline ve nihayetsiz rahmetine karşı hamd-ü sena etmek: Hamd: Yapılan bir iyiliğe karşı, tazim yoluyla, güzel sıfatlarla medh-ü sena olunmaktan ibarettir. Daha açık bir ifadeyle: “Elhamdülillâh” diyen kimse, Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğüne, kemaline ve cemaline delalet eden bütün isim ve sıfatları sayarak O’nu yüceltmiş gibi olur. Demek “Elhamdülillâh” diyen kimse, Allah-u Teâlâ’nın kusursuz kemaline, misilsiz cemaline ve nihayetsiz rahmetine karşı hamd-ü sena etmiş olur. Tabi bu hamdın gerçekleşmesi için kişinin “Elhamdülillâh” derken bu manaları düşünmesi gerekir. Zira insan ruh ve bedenden yaratılıp bu ikisinin birleşmesinden meydana geldiği gibi, “Elhamdülillâh” cümlesini lisanıyla okurken kalbiyle de bu cümlenin manasını tefekkür etmeli ki, lafız ile mana birleştirilmiş olsun ve o hamd, kâmil ve tam olsun.
10- اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demekle muinsiz Rububiyetine, şeriksiz Ulûhiyetine, vezirsiz Saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiâne etmek: Bu cümlenin daha geniş boyutta tefekkür edilebilmesi için 20. Mektuptan şu bölümü kaydediyoruz:
“Yani, nasıl ki ulûhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit olamaz. Öyle de Rububiyetinde ve icraatında ve icâdâtında dahi şeriki yoktur.
Bazen olur ki sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar, “Bize de müracaat et!” derler. Fakat Ezel-Ebed Sultanı olan Cenab-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı Rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes O’na müracaat edebilir. Şeriki ve muini olmadığından, o müracaatçı adama “Yasaktır, O’nun huzuruna giremezsin!” denilmez. İşte şu kelime ruh-u beşer için şöyle bir müjde verir ki:
İmanı elde eden ruh-u beşer, mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümanaatsız; her hâlinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet maliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemil-i Zülcelâl, Kadir-i Zülkemâl’in huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemal-i ferah ve süruru kazanabilir.” (20. Mektup)
11- Nihayetsiz kibriyasına, hadsiz kudretine ve âczsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber zaaf ve âczini, fakr ve zilletini izhar etmekle سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظِيمُ deyip Rabb-i Azim’ini tesbih etmek: İşte rükûa giderken tefekkür edilecek mana: Cenab-ı Hakk’ın nihayetsiz kibriyası, kudreti ve izzeti karşısında; âczimizi, fakrımızı ve zilletimizi izhar ederek eğilmek, daha sonra bu âcziyet izharına kâinatı da katmak ve daha sonra da hem kendi namımıza hem de onların namına سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظِيمُ diyerek Rabb-i Azim olan Allah’ı tesbih etmek…
Bu manayı Üstadımızın şu ifadeleri ile tefekkür etmek faydalı olacaktır:
“Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Bilmelisin ki, senin mahiyet-i nefsinde nihayetsiz bir kusur, nihayetsiz bir âcz, nihayetsiz bir fakr, nihayetsiz bir ihtiyaç, nihayetsiz âmâl dercedilmiş. Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, nasıl ki açlık ve susuzluğu midene vermiş, ta ihsanatını ve lezaiz-i nimetini tanıyasın. Onun gibi, seni kusur ve fakr ve ihtiyaçtan terkip etmiş, ta mirsad-ı kusurunla Fâtır-ı Zülcelâl’in seradikat-ı cemal ve kemaline ve mikyas-ı fakrınla, derecat-ı gına ve rahmetine ve mizan-ı âczinle, meratib-i iktidar ve kibriyasına ve fihriste-i ihtiyacatın tenevvüü ile envâ-ı niam ve ihsanatına bakabilesin ve tanıyasın ve vazife-i hilkatini eda edesin. Bundan bil ki, gaye-i fıtratın ubudiyettir. Ve ubudiyet odur ki: Sen, Fâtır-ı Zülcelâl’in dergâh-ı rahmetinde “Estağfirullah” ve “Sûbhanallah” ile kusurunu ve “Hasbünallah” ve “Elhamdülillâh” ile fakrını ve “Allahû Ekber” ve لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ ile ve istimdatla âczini ilan etmek ve âyine-i ubudiyetinle Cemâl-i Rububiyet’ini izhar etmektir.” (Nur’un ilk kapısı)
12- Zevalsiz cemal-i zatına, tagayyürsüz sıfat-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemal-i sermediyetine karşı secde edip hayret ve mahviyet içinde terk-i mâsiva ile muhabbet ve ubudiyetini ilan ilan edip hem bütün fânilere bedel bir Cemil-i Baki, bir Rahîm-i Sermedî bulup سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلٰى demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i Âlâ’sını takdis etmek:
Bu ifadede Cenab-ı Hakk’a dair üç hakikatten bahsedilmektedir:
1- Zatî cemalinin zevalsiz olması,
2- Kudsi sıfatlarının tagayyürsüz olması,
3- Sermedi kemalinin tebeddülsüz olması.
Şimdi bu üç kavram üzerinde biraz duralım:
1- Zatî cemalinin zevalsiz olması: Beşerin ve diğer mahlukların güzellikleri hep zevale mahkûmdur. Yani bugün güzeldir, yarın çirkin; bugün hayranlık uyandırır, yarın istiskali celbeder; bugün hoştur, yarın nahoş… Ama Cenab-ı Hakk’ın güzelliği böyle değildir. O’nun zatının güzelliği zevalden münezzeh, fenadan mukaddes ve zıddının arız olmasından müberradır.
2- Kudsi sıfatları tagayyürsüz olması: Cenab-ı Hakk’ın sıfatları da tagayyürden münezzehtir, hâlbuki insanların sıfatları her daim tagayyüre mahkûmdur. Mesela insan bugün güçlüdür, yarın zayıf; bugün zengindir, yarın fakir; bugün âlimdir, yarın bunar cahil olur; bugün iyi görür, yarın kör olur; bugün işitir, yarın sağır olur… Allah-u Teâlâ için ise bunlar düşünülemez. O’nun sıfatları nihayetsizdir, ebedîdir ve tagayyürden münezzehtir. Bugün de zengindir, yarın da; bugün de kudretlidir, yarın da; bugün de her şeyi görür ve işitir, yarın da; bugün de âlimdir, yarın da ve hakeza…
3- Sermedi kemalinin tebeddülsüz olması: Bu, bir önceki maddeye benzemektedir. Aradaki tek fark; önceki maddede Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarından, burada ise Cenab-ı Hakk’ın kemalinden bahsedilmektedir. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları tagayyürden münezzeh olduğu gibi, kemali de tebeddülden münezzehtir. Şunu da ilave edelim: Cenab-ı Hakk’ın kemali dediğimizde, Allah-u Teâlâ’nın her kusurdan münezzeh, her noksanlıktan mukaddes ve her çirkinlikten müberra olduğu anlaşılır.
Bu izahlardan sonra Üstadımızın mezkûr ifadesini şöyle izah edebiliriz: Kul sırayla şunları yapar:
1- Cenab-ı Hakk’ın cemalini, kemalini ve kudsi sıfatlarını tefekkür eder.
2- Daha sonra bu cemal ve kemale karşı secde eder.
3- Daha sonra da bu cemal ve kemale karşı hayret ve mahviyet içinde mâsivayı terk ederek ilahî muhabbetini ve ubudiyetini ilan eder.
4- Bütün fânilere bedel bir Cemil-i Baki, bir Rahim-i Sermedî bulup سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلٰى diyerek Rabb-i Âlâ’sını takdis eder.
Ne mutlu bu manaları tefekkür ederek secdeye varabilenlere!
13- Sonra teşehhüd edip, oturup, bütün mahlukatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezâl’e hediye etmek: İlk önce “tahiyyat” kelimesinin manasını anlamaya çalışalım. Üstadımız bu kelimeyi değişik yerlerde şöyle izah etmiştir:
“Zevilhayat olanların, tezahürât-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyatları… (11. Söz)
“…Madem ağaçlar birer ceset oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek her biri, binler dilleriyle, havanın dokunmasıyla ‘Hu, Hu’ zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının tahiyyatıyla, Sânii’nin Hayy-ı Kayyûm olduğunu ilân ediyorlar. (17. Söz)
“Aynen öyle de âciz bir abd, namazında “Ettahiyyâtü lillâh” der. Yani, ‘Bütün mahlukatın hayatlarıyla Sana takdim ettikleri hediye-i ubudiyetlerini, ben kendi hesabıma, umumunu Sana takdim ediyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar kadar tahiyyeler Sana takdim edecektim. Hem Sen onlara, hem daha fazlasına layıksın.’ İşte şu niyet ve itikad, pek geniş bir şükr-ü küllîdir.” (24. Söz)
“Kâinat sarayında hizmet eden hayvanat, kemal-i itaatle evâmir-i tekvîniyeye imtisal edip fıtratlarındaki gayeleri güzel bir vech ile ve Cenab-ı Hakk’ın namıyla izhar ederek, hayatlarının vazifelerini bedî bir tarzla, Cenab-ı Hakk’ın kuvvetiyle işlemekle ettikleri tesbihat ve ibâdât, onların hedâyâ ve tahiyyâtlarıdır ki, Fâtır-ı Zülcelâl ve Vâhib-i Hayat dergâhına takdim ediyorlar.” (24. Söz)
Demek, mahlukların hayatlarıyla yapmış oldukları ibadetleri, onların tahiyyatlarıdır. Bu ibadetin vechi Risalelerin birçok yerinde anlatılmaktadır.
İşte namaz kılan kul, teşehhüdde “Ettehiyyâtü” duasını okurken bütün mahlukların hayatlarıyla yapmış oldukları ibadetleri, âdeta insan olması cihetiyle onların reisiymiş gibi Mevla Teâlâ’ya takdim etmeli ve onların ibadetlerini kendi hesabına Allah-u Teâlâ’ya sunmalıdır. Tabi bu geniş tefekkürü icra edebilmek o kadar da kolay bir şey değildir. Rabbimiz bu manaların tefekkürünü bizlere kolaylaştırsın! Âmin!
14- Resul-i Ekrem’e selam etmekle biatını tecdid ve evâmirine itaatini izhar etmek: Namaz kılan bir kimse, namazda Efendimiz (s.a.v.)’e selam vermekle ona olan biatını tecdid eder ve getirdiği emirlere itaatini izhar eder. Demek teşehhüdde oturup اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُهَا النَّبِيُّ dediğimizde bu biatı tecdid ettiğimizi ve getirdiği bütün emirlere itaatimizi izhar ettiğimizi düşünmeli ve namazın hakikatine ulaşmaya çalışmalıyız.
15- İmanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmânesini müşahede edip Sâni-i Zülcelâl’in vahdaniyetine şehadet etmek: İman hakikatlerini ve kâinatta tecelli eden esma-i İlahiyeyi tefekkür etmek imanın tecdidine ve ziyadeleşmesine bir sebeptir. Bu mesele 33. Sözün ahirinde şöyle izah edilmektedir:
“Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektup, imanı olmayanı inşallah imana getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavi ve taklidî olanın, imanını tahkiki yapar. İmanı tahkiki olanın, imanını genişlendirir. İmanı geniş olana, bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir; daha nuranî, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, ‘Bir pencere bana kâfi geldi, yeter!’ diyemezsin. Çünkü senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hatta hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binaenaleyh, her bir Pencerenin ayrı ayrı faideleri vardır.” (33. Söz)
İşte kişi namazda:
1- O namaz vaktinin hatırlattığı icraat-i azimeyi tefekkür eder.
2- Bu tefekkür neticesinde kâinat sarayındaki hikmetli intizamı müşahede eder.
3- Bu müşahade ile imanını tecdid ve tenvir eder.
4- Bu müşahede neticesinde de Cenab-ı Hakk’ın birliğine şehadet ederek bu şehadeti اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللَّه sözüyle ilan eder.
16- Saltanat-ı Rububiyet’in dellalı ve mübelliğ-i marziyâtı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazı: Bu ifadede Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şu üç sıfatla tavsif edilmiştir:
1- Saltanat-ı Rububiyet’in dellalı olmak: Rububiyet: Cenab-ı Hakk’ın mahlukatını yaratması, beslemesi, onları büyütmesi, terbiye etmesi, idare etmesi, yaşatması, öldürmesi ve onlarda tasarruf etmesidir. Rububiyetin saltanatı ise, bu fiillerin hâkimiyeti ve bu icraatların haşmet ile her yeri kuşatması ve her yerde gözükmesidir. İşte Peygamber Efendimiz (s.a.v.) âlemdeki bu saltanat-ı Rububiyetin dellalı olmuş ve insanların nazar-ı dikkatini bu saltanata çekmiştir.
2- Mübelliğ-i marziyâtı olması: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu şeyleri tebliğ etmiş ve Allah’ın helalini ve haramını insanlara bildirmiştir. Getirmiş olduğu şeriat, Allah’ın marziyatının tebliğinden başka bir şey değildir.
3- Kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olması: Bu kâinat, üzerinde ilahî isimlerin ve sıfatların yazıldığı mücessem bir kitaptır. İşte Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu kitapta yazılan yazıları tercüme etmiş bir tercümandır. Üstadımızın 10. Sözdeki şu ifadeleri bu tercümeyi anlatmaktadır:
“Evvelâ o sersem dedi: “Padişah kimdir? Tanımam.”
Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer gaipten gelir gibi, kıymettar, musanna mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilannâmeler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl maliksiz olabilir? Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslam yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”
Evet, kâinat bir kitaptır ve bu kitabın manaları ancak Efendimiz (s.a.v.)’in tercüme etmesiyle doğru bir şekilde anlaşılabilir. Yolunu şaşırmış felsefe, bu yazıların manalarını anlamaktan ve tercüme etmekten âcizdir!